Ondan ayrıldığım akşam, hayatımın en büyük kumarını oynadığımı henüz
bilmiyordum. Daha önce de böyle olmuştu çünkü. Son zamanlarda gittikçe sıklaşan
aralıklarla gitmemem için yalvarmaya, bir gün geri döndüğümde kendisini
bulamayacağımı söylemeye başlamıştı. Hatta o son akşam kendisinden hiç beklenmeyecek
bir hareket yapmış, kınaları gittikçe soluklaşan küçük zarif elleriyle yakamı
tutmuştu. Ben, oynadığım kumarın büyüklüğünden habersiz, ellerini avuçlarımın
arasına alıp öpmüş, “Korkma.” demiştim. “Korktuğun için sana öyle geliyor. Az
kaldı, sabret.” Sonra onu öylece bırakıp çıkmıştım gecenin karanlığına.
Tekinsiz ara sokaklardan bir an önce kurtulma telaşıyla yürürken, bir arada
olduğumuz zamanlarda bizi saran yalnızlık ve çaresizlik bulutundan da uzaklaşıyordum.
O akşamın her dakikası aklımda. Galata Köprüsü’nün ortasına geldiğimde, bir
sigara yakmak için durduğumu hatırlıyorum.
Siyah ceketimin cebinde sigara ararken elime gelen kravatımın rengini;
bu kravatın beni onsuz, sıradan ama güvenli hayatıma yaklaştırdığını, mahzun
sevgilimin zihnimdeki yerini ertesi günün sıradan işlerinin aldığını… Hatta,
köprünün korkuluklarına yaslanıp gecenin bu vaktinde balık tutan birkaç kişiyi
izlerken bir oltanın ucunda çırpınan küçük ve parlak istavritin bir an, sadece
bir an için yine onu hatırlattığını ama hemen sonra Beyazıt Kulesinin yeşil
ışığına bakıp, “Yarın yağmur yağacak.” diye düşündüğümü, bu defa şemsiyemi
okulda mı yoksa evde mi bıraktığımın telaşına düştüğümü de hatırlıyorum. Bu
ayrıntıları hiç unutmadım. Onsuz geçen yirmi yıl boyunca, o gecenin her
dakikasını düşündüm. “Gitmeseydim.” dedim. Evden çıktıktan hemen sonra karanlık
sokaktaki tehlikeyi sezip ona geri dönseydim. Ya da, sevgilime benzeyen o
istavriti gördüğümde balıkçıya, “Bak.” deseydim. Baksana, daha küçücük o. Nasıl
korkmuş görmüyor musun, bırak hadi suya güzel ağbiciğim.” Sigara paketimi,
balığı azat eden adama bırakıp sevgilime koşsaydım. Ya da, kulenin ışığı sarı
olsaydı. “Yarın sis olacak. Belki vapurlar çalışmaz, sisi bahane edip okula
gitmeyebilirim.” diye koşsaydım sevgilime.
Ama hiçbirini yapmadım. Aksi suratlı
balıkçı, küçük sevgilimi hoyratça
oltadan ayırıp yanındaki kovaya atarken ben de elimde gri beyaz çizgili
kravatım, son otobüse yetişmek, uyuklayarak beni bekleyen annemin, “Aç mısın
yavrum?” sorusuna cevap bile vermeden odama gidip uyumak için koşmaya başladım.
İşte böyle. “Gitme.” demişti ama ben
gittim ve aklımda siyah şemsiyem, uyudum. Döndüğümde orada olacağından emindim
çünkü. İki, bilemedin üç gün sonra
Eminönü'ndeki o izbe, yıkıldı yıkılacak eve geri dönecek, kapıyı her gelişimde
yaptığım gibi önce tıklatıp sonra anahtarımla açacak ve bir köşeye sinmiş
bekleyen güzel kadının gözlerindeki korku ve endişenin aydınlık bir mutluluğa
dönüşünü keyifle izleyecektim. Sarılacaktık. O, güzel başını göğsüme koyacak ve
derin bir nefesle kokumu içine çekecekti. Onu orada yalnız ve çaresiz bırakan
ben değilmişim gibi, sitemsiz kabul edecekti mahpushanesine. Bu dünyada
tutunacağı tek dal benmişim gibi, beni kaybederse kendisi de kaybolacakmış gibi
tutacaktı ellerimi. Aslında ne yazık ki öyleydim; artık tutunacağı tek dal
bendim. Ve evet, beni kaybederse kaybolurdu. Şimdi düşününce fark ediyorum
ki onun bana bu kadar bağımlı olmasından
gizli bir zevk alıyordum. Birazdan yapacağım benzetme için benden nefret
edebilirsiniz; zalim, bencil bir adam olduğumu da düşünebilirsiniz. Bunun için
sizi suçlayamam. Öyleyim ne yazık ki. O zamanlar, sokakta bulduğu yavru kediyi
eve almak için annesini ikna edememiş, bu yüzden de zavallı hayvanı evin
kömürlüğüne hapsetmiş bir çocuk gibiydim. Birkaç dakikalığına sevip
oynayabilmek için onu karanlık ve yalnızlığa mahkum etmiş bencil bir çocuk.
Yanında olmadığım her dakikayı, her
saniyeyi korkuyla geçirdiğini biliyordum. Dışarıdan gelen her sesle kapının
arkasına saklandığını, perdelerin günün her saatinde sımsıkı kapalı olduğunu… O
dakikalarda ben şehrin uzak bir köşesinde bambaşka bir hayatı, kendi hayatımı
yaşıyordum. Gün boyu çalışıyor, akşamları evime döndüğümde annemle babamın oğlu
oluyordum. İşçi emeklisi Abdullah Efendi ile cefakâr Fikriye Hanım'ın bin bir
emekle yetiştirilip öğretmen çıkmış, üzülmesin diye gözünün içine bakılıyor
gibi görünen ama aslında bütün hayatına ipotek konmuş biricik oğulları. Küçükken,
“Tüyü ciğerine kaçar, ölürsün. Ah yavrum, ben sensiz ne yaparım, biriciğimsin.”diye
kedi beslemesine, şimdi de, “Onların mezhebi farklı, adeti farklı, yavrum sen
bizi öldürecek misin?” diye sevdiğiyle evlenmesine izin verilmeyen oğul. Bu
benzetme için hala benden nefret ediyor musunuz? Edin, etmelisiniz. Benim kadar
yapamazsınız bunu ama. Biliyor musunuz, kaç kere denedim ölmeyi. Her seferinde
vazgeçtim. Çünkü ölüm kurtuluş olacaktı benim için. Yaşamayı, onun acısını her
saniye yüreğimde duymayı seçtim. Ondan sonraki yirmi yılım lanet etmekle geçti.
Kuleye, köprüye, oltalara, balıkçılara, yağmura, ayaklarıma adına sevgi
dedikleri prangalar takan anne ve babama, en çok da kendime.
Evet, en çok kendime lanet ettim. Çünkü,
ben koparana kadar, Nurhak Dağlarının eteklerinde kınalı bir çiçekti o. Benim, yani basiretsiz,
hayalperest ve korkak bir adamın,
rüzgârlı yamacından söküp büyük bir şehrin kötü, viran, karanlık
odalarından birinde tutsak edeceği beyaz ve kınalı bir çiçek…
Onu ilk gördüğümde köy okulunun soğuk,
kırık dökük sınıfında, yanında erkek kardeşi, kucağında düzgünce kesilmiş
odunlarla beni bekliyordu. Sınıfta soba yakıyorduk ve öğrenciler her gün
sırayla odun getiriyorlardı. O gün, birleştirilmiş sınıfımın 1.sınıf
öğrencilerinden Ali’de, yani sevgilimin erkek kardeşindeydi sıra. Kıyamamıştı
kardeşine belli ki, yüklenivermişti o günkü yakacağımızı. Ne garip, ilk
karşılaşmamızdaki yüzünü hatırlamıyorum. Yüzünü, gözlerini, giysilerini..
Hayır, ne kadar da zorlasam kendimi, gözümün önüne gelmiyorlar. Ama elleri, ah
o güzel kınalı, yol yol derin çatlaklarla bezeli, küçük ve narin elleri… Nedendir
bilmem, ayaklarından iple bağlanmış iki küçük güvercine benzetmiştim onları.
Geldiğim yerde, evimizin yakınlarında kuş pazarı kurulurdu. Çeşit çeşit kuşlar,
küçük kafeslerin içinde alıcı beklerdi. Satıcılar, zaman zaman gökyüzüne salıverirdi
onları. Kafesin kapağı açıldığında, hiç ulaşamayacakları gökyüzüne doğru
umutsuzca kanat çırparlardı. Ulaşamazlardı bulutlara; çünkü ayaklarına
düğümlenmiş bir iple bağlıydılar gardiyanlarının bileğine… Görmeye
dayanamazdım. Pazarın kurulduğu günler, evimizin perdeleri kapalı olurdu.
Şimdi bile gözlerim doluyor onları,
sevgilimin ince bileklerinin ucundaki iki yaralı güvercini düşündükçe. O,
odunları yavaşça sobanın yanına bırakıverirken ben ellerine bakıyordum. O
zamanlar, yirmi iki yaşında, yeni mezun bir asker öğretmendim. Nurhak
Dağlarının yamacındaki bu küçük ve güzel köy, ilk görev yerimdi. O güne kadar
böyle yorgun ve yaşlı, aynı zamanda genç ve zarif; bu kadar çok şey anlatan
eller görmemiştim. Sınıftan ayrılana kadar gözlerimi alamadım onlardan. Sobayı
yaktı ve sessizce gitti. Gün boyunca kardeşiyle ilgilendim. Adını öğrendim
önce; “Gülnaz”dı. Anaları öldükten sonra dört kardeşine hem anne, hem abla
olmuştu. Evin ekmeğini yapan, tandırını, ocağını yakan oydu. Yaşı? Yaşını
bilmiyordu Ali. Abasıydı işte. Hem de nişanlıydı. Birkaç ay sonra, amcaoğlu ile
evlenecekti. Ali’nin derdi buydu, ablası gidince evlenecekti babası. Üvey ana
gelecekti. İçim cız etti. Sonraki iki hafta boyunca görmedim Gülnaz’ı. Ama o
iki küçük güvercin hiç aklımdan çıkmadı. İki hafta sonra, bir akşamüstü Ali’yle birlikte çıkageldiler.
Sevgilimin elinde kesilmiş, tüyleri temizlenmiş bir tavuk vardı bu sefer. Ali
konuştu Gülnaz’ımın yerine, “Babamın selamı var.”dedi. “Hocam afiyetle yesin
diyor.” Bir tavuğa, bir Ali’ye, bir Gülnaz’a baktım. “Sağolsun baban.” dedim.
“Ama pişiremem ki ben bunu, beceremem.” İlk o zaman gördüm mahcup
gülümsemesini, “Ben pişireyim de getireyim o zaman.” dedi. Onu yeniden
görecektim, ne güzel. Bütün akşam boyunca, bu saatte gönderilmeyeceğini bile
bile bekledim. Ertesi gün, hafta sonuydu. Sabah, Ali’nin bir büyüğü, 4.sınıf
öğrencim Hüseyin tıklattı, dersliğin hemen bitişiğindeki odamın penceresini.
Elinde büyük, güzel bir bohça vardı. “Abam siniyi almaya gelecekmiş.” dedi ve gitti.
Örtüyü açtım. Parlak, kuş motifli bir sininin içindeydi sevgilimin yaptığı
yufka ekmeğine sarılmış tavuk. Siniyi almaya gerçekten de kendisi geldi.
“Ellerine sağlık.” dedim. “Annemden de güzel yapıyorsun sen yemek. Yine yapar
mısın?” “Yaparım.” dedi ve gitti. “Hep sen yap artık Gülnaz.” diye fısıldadım
arkasından. “Hep yanımda ol.”
Sonraki günlerim, onu daha çok görmek
için plânlar yapmakla geçti. Onun hep çok işi vardı, hem de nişanlı bir kızdı.
Sık sık ortalarda görünemezdi. Sırf onu görmek için muhtarla konuştum; okul
çağı geçmiş gençler için kurs açsak diye. Kurs açıldı, köylünün gözünde değerim
arttı ama o gelmedi. Gelemezdi, tahmin etmeliydim. Düğününe az kalmıştı,
okulla, kursla uğraşacak zamanı yoktu. Koca bir kış böyle geçti; onu düşünerek,
görmeye çalışarak. Köylüyle aram iyiydi. Hatta, yabancılara pek yapmadıklarını
sonradan öğrendiğim bir şey yaptılar; cemlerine davet ettiler beni. O da
oradaydı. Köyün gençleriyle birlikte
semah dönerken, gözlerim yine ellerindeydi. O gece karar verdim, konuşacaktım.
“Benimle gel.” diyecektim. “Ben seni seviyorum Gülnaz. Artık sensiz yaşayamam.”
Ailesinin rızasıyla gelmesi imkânsızdı, nişanlı olmasa bile izin vermezlerdi
evlenmemize. Kendimce bir plân yaptım. Aynı anda gidersek, benimle kaçtığını
anlarlar, hemen bulurlardı bizi. Bu yüzden, İstanbullu asker arkadaşımdan
yardım isteyecektim. Gülnaz’ı o götürecekti annemlere. Ben de bir iki hafta
daha köyde kalıp, sonra gidecektim yanlarına.
Hemen annemle babama bir mektup yazdım. Gülnaz’ı anlattım onlara. Arkadaşımın
getireceği emanete iyi bakmalarını, kimseye bir şey söylememelerini
tembihledim.
Okulların kapanmasına yakın, aşure günü
oldu. Sabah erkenden, köy meydanında ateşler yakıldı. Yaşlı kadınlar, dev
kazanlarda aşure pişirdiler. Bütün köy bir aradaydı. Onca kalabalığa rağmen, meydanda
hakim olan tek şey sessizlik ve üzüntüydü. En yaşlısından gencine, bütün köy
Hasan ile Hüseyin’in yasını tutuyordu. Bense, diğer genç kızlarla
birlikte, uzun masalara konulmuş
kâselere aşure paylaştıran Gülnaz’la konuşma telaşındaydım. Sonunda, bir
fırsatını buldum ve tam da hayal ettiğim gibi, “Benimle gel.” dedim ona. Hiç
düşünmeden, “Tamam.” dedi. “Nasıl?” diye bile sormadı. En kötüsü bu biliyor
musunuz? O kadar güveniyordu bana.
Sonrası, ayrıntılarını şimdi tam olarak
hatırlayamadığım kadar hızlı gelişti. Okulun kapanmasına bir hafta kala, Gülnaz
filmlerdeki gibi bohçasını alarak gitti arkadaşımla İstanbul’a. Ben köyde
kaldım. Gittiği gecenin sabahı, köyde büyük bir panik vardı. Önce,
kaçırıldığını düşündüler. Her yerde arandı sevgilim. Köylüyle birlikte bütün
arama çalışmalarına katıldım. Akşamları köy meydanında oturup, kayboluşuyla
ilgili ihtimalleri dinledim. Ali’nin gözyaşlarını sildim, babasını teselli
ettim. Sadece, bana tuhaf bir şekilde bakan nişanlısıyla göz göze gelmemeye
çalıştım. Kötü bakışlı bir gençti ve sanırım benden şüpheleniyordu. İki hafta geçip İstanbul’a
dönme zamanımın yaklaştığı günlerden birinde, kasabadan gelen akşam minibüsü
geldi kapımın önüne. Şoför, iki tane kâğıt uzatarak, “Gidiyorsun ya hoca.”dedi,
“Memlekettekiler telgraf yollamışlar sana. Buralardan bir şeyler istiyorlar
herhal.” İkiye katlanıp yapıştırılmış kâğıtları açmak için minibüsün
uzaklaşmasını bekledim. İlk açtığım, annemle babamdan geliyordu. “Sakın getirme
o kızı. Bu iş olmaz.” Ellerim titreyerek diğerini açtım. Gülnaz’ı götüren
arkadaşımdandı. “Annenler kabul etmedi. Eminönü’nde bir eve yerleştirdim. Acele
gel.”
Halbuki birkaç gün daha kalmam
gerekiyordu. Üstelik artık köyde Gülnaz’ın kaçırıldığı değil, kendi isteğiyle
gittiği konuşulmaya başlanmıştı. Benim küçük sevgilim, çeyizinin tamamını
geride bırakmaya kıyamamıştı çünkü. “Hiç giysi götürme, ben sana yenilerini
alırım.”diye uyarmama rağmen, sandığından birkaç parça örtü ve en kötüsü de
annesinin gelin elbisesini almıştı. Kendi isteğiyle gittiğine emin olunduktan
sonra, kimle gittiği de araştırılacaktı elbette. Köyden ayrılacağım gün
biliniyordu. Apar topar gidersem, bütün şüpheleri üzerime çekebilirdim. Bu
yüzden, birkaç gün daha bekledim. Sonunda, gideceğim gün geldi ve bütün köyle
vedalaşarak yola çıktım. Hüzünlü bir ayrılıştı. Ali’nin yüzü hala gözlerimin
önünde. “Üzülme.” demek istedim ona. “Abana gidiyorum, biraz zaman geçsin, seni
de alırız yanımıza….” Diyemedim elbette.
İstanbul’a varınca, önce arkadaşımın
yazdığı adrese gittim. Gülnaz’ım kapıyı açmadı bana. Çok seslenmem gerekti, ben
olduğuma ikna etmek için. Nihayet kapıyı açtığında, sımsıkı sardım onu. Ellerini
öptüm. “Sabret.”dedim, “Halledeceğim. Burada bekle beni. Akşam seni almaya
geleceğim.” Yine güvendi bana, biliyor musunuz? Boş yere güvendi…
Annemleri asla ikna edemedim. Bütün
silahlarını kullandılar bana karşı. Sevgiyle, yaşlılıkla, hastalıkla, ölümle perdeledikleri
silahlarını. Ve ben basiretsiz, korkak bir adamdım. Aptal bir hayalperest.
Zannettim ki bir gün olacak. Sevgimize inanacaklar ve bizi kabul edecekler.
Sevgilimi de inandırdım buna. Gerçi onun inanmaktan başka çaresi yoktu. Geri
dönemezdi. O zamandan sonra, ikili hayatım başladı. Gündüzleri yeni okulumda
çalışıyor, iki üç günde bir Gülnaz’ın yanına gidiyor, onun dışında ailemle
kalıyordum. Ailemi ikna etmek için her şeyi yaptım. Bağırdım, ağladım,
yalvardım, kendimi öldürmekle, çok uzaklara gitmekle tehdit ettim ama olmadı. Neden
onların rızasını almakta bu kadar ısrarcıydım, bilmiyorum. Ama dedim ya, bir
gün bizi kabulleneceklerine inanıyordum galiba.
Gülnaz çok zor durumdaydı. Evden
çıkamıyordu. Zaten çevrede arkadaşlık yapabileceği hiç kimse yoktu. Arkadaşımın
yerleştirdiği ev, her bir dairesinde on beş yirmi kişinin kaldığı, kaçak
işçilerin, mültecilerin, hayat kadınlarının yaşadığı bir sokaktaydı.. Bana olan inancı azalmaya
başlamıştı sanırım. Bir de, nişanlısının peşine düşeceğinden korkuyordu. İki üç
günde bir yaptığım ziyaretlerde onun yiyecek ihtiyacını karşılıyor, bana olan
güvenini güçlendirmeye çalışıyordum. Onu son gördüğüm akşam, çok endişeliydi.
Nişanlısının onu bulduğunu düşünüyordu. Ürkekçe baktığı pencereden, evi izleyen
bir adam görmüştü. Bana göre çok uzak bir ihtimaldi bu. O yüzden ellerini öptüm
ve “Korkma.”dedim ona. “Korktuğun için sana öyle geliyor.”
Şemsiyemi düşünerek uyuduğum o son
gecenin sabahında huzursuzlukla uyandım. Yağmur yağıyordu, gökyüzü karanlıktı.
Giyindim, annemle tek kelime konuşmadan çıktım evden. Beni okula götürecek
otobüs geldi, binmedim. İçimden bir ses, “Ona git.”diyordu. Gittim, ah, gittim.
Sokağın başında, ıslak taşlara yansıyan cankurtaran ve polis arabasının mavi ve
kırmızı ışıklarını gördüm önce. Nefesimi tutarak yaklaştım, sarı bantla
çevrilmiş viran apartmanın girişine doğru. Cankurtaranın kapısı henüz
kapanmamıştı ve ben battaniyeden sarkan kınaları solmuş o güzelim eli gördüm.
Sonra? Sonra dedim ya; yirmi yılım lanet
etmekle, acı çekmekle geçti. Ama bugün son. Bu kadar ceza, yirmi yıllık bu
cehennem, benim gibi zalim bir adam için bile yeterli. Şimdi, geceyi
bekliyorum. Köprüdeki son balıkçının da gitmesini. Karanlık suların düşüncesi,
huzur veriyor bana. Bunları niye yazdım biliyor musunuz? Yazmasaydım ölecektim.
Yazdım, yine öldüm.
Gülay Yeniay Bulut
Yorumlar
Yorum Gönder