Ana içeriğe atla

KUŞ KAFESİ


                                                                                               
                     Fotoğraf: Bünyamin Bulut
  Ondan ayrıldığım akşam, hayatımın en büyük kumarını oynadığımı henüz bilmiyordum. Daha önce de böyle olmuştu çünkü. Son zamanlarda gittikçe sıklaşan aralıklarla gitmemem için yalvarmaya, bir gün geri döndüğümde kendisini bulamayacağımı söylemeye başlamıştı. Hatta o son akşam kendisinden hiç beklenmeyecek bir hareket yapmış, kınaları gittikçe soluklaşan küçük zarif elleriyle yakamı tutmuştu. Ben, oynadığım kumarın büyüklüğünden habersiz, ellerini avuçlarımın arasına alıp öpmüş, “Korkma.” demiştim. “Korktuğun için sana öyle geliyor. Az kaldı, sabret.” Sonra onu öylece bırakıp çıkmıştım gecenin karanlığına. Tekinsiz ara sokaklardan bir an önce kurtulma telaşıyla yürürken, bir arada olduğumuz zamanlarda bizi saran yalnızlık ve çaresizlik bulutundan da uzaklaşıyordum. O akşamın her dakikası aklımda. Galata Köprüsü’nün ortasına geldiğimde, bir sigara yakmak için durduğumu hatırlıyorum.  Siyah ceketimin cebinde sigara ararken elime gelen kravatımın rengini; bu kravatın beni onsuz, sıradan ama güvenli hayatıma yaklaştırdığını, mahzun sevgilimin zihnimdeki yerini ertesi günün sıradan işlerinin aldığını… Hatta, köprünün korkuluklarına yaslanıp gecenin bu vaktinde balık tutan birkaç kişiyi izlerken bir oltanın ucunda çırpınan küçük ve parlak istavritin bir an, sadece bir an için yine onu hatırlattığını ama hemen sonra Beyazıt Kulesinin yeşil ışığına bakıp, “Yarın yağmur yağacak.” diye düşündüğümü, bu defa şemsiyemi okulda mı yoksa evde mi bıraktığımın telaşına düştüğümü de hatırlıyorum. Bu ayrıntıları hiç unutmadım. Onsuz geçen yirmi yıl boyunca, o gecenin her dakikasını düşündüm. “Gitmeseydim.” dedim. Evden çıktıktan hemen sonra karanlık sokaktaki tehlikeyi sezip ona geri dönseydim. Ya da, sevgilime benzeyen o istavriti gördüğümde balıkçıya, “Bak.” deseydim. Baksana, daha küçücük o. Nasıl korkmuş görmüyor musun, bırak hadi suya güzel ağbiciğim.” Sigara paketimi, balığı azat eden adama bırakıp sevgilime koşsaydım. Ya da, kulenin ışığı sarı olsaydı. “Yarın sis olacak. Belki vapurlar çalışmaz, sisi bahane edip okula gitmeyebilirim.” diye koşsaydım sevgilime.
Ama hiçbirini yapmadım. Aksi suratlı balıkçı, küçük sevgilimi  hoyratça oltadan ayırıp yanındaki kovaya atarken ben de elimde gri beyaz çizgili kravatım, son otobüse yetişmek, uyuklayarak beni bekleyen annemin, “Aç mısın yavrum?” sorusuna cevap bile vermeden odama gidip uyumak için koşmaya başladım.
İşte böyle. “Gitme.” demişti ama ben gittim ve aklımda siyah şemsiyem, uyudum. Döndüğümde orada olacağından emindim çünkü.  İki, bilemedin üç gün sonra Eminönü'ndeki o izbe, yıkıldı yıkılacak eve geri dönecek, kapıyı her gelişimde yaptığım gibi önce tıklatıp sonra anahtarımla açacak ve bir köşeye sinmiş bekleyen güzel kadının gözlerindeki korku ve endişenin aydınlık bir mutluluğa dönüşünü keyifle izleyecektim. Sarılacaktık. O, güzel başını göğsüme koyacak ve derin bir nefesle kokumu içine çekecekti. Onu orada yalnız ve çaresiz bırakan ben değilmişim gibi, sitemsiz kabul edecekti mahpushanesine. Bu dünyada tutunacağı tek dal benmişim gibi, beni kaybederse kendisi de kaybolacakmış gibi tutacaktı ellerimi. Aslında ne yazık ki öyleydim; artık tutunacağı tek dal bendim. Ve evet, beni kaybederse kaybolurdu. Şimdi düşününce fark ediyorum ki  onun bana bu kadar bağımlı olmasından gizli bir zevk alıyordum. Birazdan yapacağım benzetme için benden nefret edebilirsiniz; zalim, bencil bir adam olduğumu da düşünebilirsiniz. Bunun için sizi suçlayamam. Öyleyim ne yazık ki. O zamanlar, sokakta bulduğu yavru kediyi eve almak için annesini ikna edememiş, bu yüzden de zavallı hayvanı evin kömürlüğüne hapsetmiş bir çocuk gibiydim. Birkaç dakikalığına sevip oynayabilmek için onu karanlık ve yalnızlığa mahkum etmiş bencil bir çocuk.
Yanında olmadığım her dakikayı, her saniyeyi korkuyla geçirdiğini biliyordum. Dışarıdan gelen her sesle kapının arkasına saklandığını, perdelerin günün her saatinde sımsıkı kapalı olduğunu… O dakikalarda ben şehrin uzak bir köşesinde bambaşka bir hayatı, kendi hayatımı yaşıyordum. Gün boyu çalışıyor, akşamları evime döndüğümde annemle babamın oğlu oluyordum. İşçi emeklisi Abdullah Efendi ile cefakâr Fikriye Hanım'ın bin bir emekle yetiştirilip öğretmen çıkmış, üzülmesin diye gözünün içine bakılıyor gibi görünen ama aslında bütün hayatına ipotek konmuş biricik oğulları. Küçükken, “Tüyü ciğerine kaçar, ölürsün. Ah yavrum, ben sensiz ne yaparım, biriciğimsin.”diye kedi beslemesine, şimdi de, “Onların mezhebi farklı, adeti farklı, yavrum sen bizi öldürecek misin?” diye sevdiğiyle evlenmesine izin verilmeyen oğul. Bu benzetme için hala benden nefret ediyor musunuz? Edin, etmelisiniz. Benim kadar yapamazsınız bunu ama. Biliyor musunuz, kaç kere denedim ölmeyi. Her seferinde vazgeçtim. Çünkü ölüm kurtuluş olacaktı benim için. Yaşamayı, onun acısını her saniye yüreğimde duymayı seçtim. Ondan sonraki yirmi yılım lanet etmekle geçti. Kuleye, köprüye, oltalara, balıkçılara, yağmura, ayaklarıma adına sevgi dedikleri prangalar takan anne ve babama, en çok da kendime.
Evet, en çok kendime lanet ettim. Çünkü, ben koparana kadar, Nurhak Dağlarının eteklerinde  kınalı bir çiçekti o. Benim, yani basiretsiz, hayalperest ve korkak bir adamın,  rüzgârlı yamacından söküp büyük bir şehrin kötü, viran, karanlık odalarından birinde tutsak edeceği beyaz ve kınalı bir çiçek…
Onu ilk gördüğümde köy okulunun soğuk, kırık dökük sınıfında, yanında erkek kardeşi, kucağında düzgünce kesilmiş odunlarla beni bekliyordu. Sınıfta soba yakıyorduk ve öğrenciler her gün sırayla odun getiriyorlardı. O gün, birleştirilmiş sınıfımın 1.sınıf öğrencilerinden Ali’de, yani sevgilimin erkek kardeşindeydi sıra. Kıyamamıştı kardeşine belli ki, yüklenivermişti o günkü yakacağımızı. Ne garip, ilk karşılaşmamızdaki yüzünü hatırlamıyorum. Yüzünü, gözlerini, giysilerini.. Hayır, ne kadar da zorlasam kendimi, gözümün önüne gelmiyorlar. Ama elleri, ah o güzel kınalı, yol yol derin çatlaklarla bezeli, küçük ve narin elleri… Nedendir bilmem, ayaklarından iple bağlanmış iki küçük güvercine benzetmiştim onları. Geldiğim yerde, evimizin yakınlarında kuş pazarı kurulurdu. Çeşit çeşit kuşlar, küçük kafeslerin içinde alıcı beklerdi. Satıcılar, zaman zaman gökyüzüne salıverirdi onları. Kafesin kapağı açıldığında, hiç ulaşamayacakları gökyüzüne doğru umutsuzca kanat çırparlardı. Ulaşamazlardı bulutlara; çünkü ayaklarına düğümlenmiş bir iple bağlıydılar gardiyanlarının bileğine… Görmeye dayanamazdım. Pazarın kurulduğu günler, evimizin perdeleri kapalı olurdu.
Şimdi bile gözlerim doluyor onları, sevgilimin ince bileklerinin ucundaki iki yaralı güvercini düşündükçe. O, odunları yavaşça sobanın yanına bırakıverirken ben ellerine bakıyordum. O zamanlar, yirmi iki yaşında, yeni mezun bir asker öğretmendim. Nurhak Dağlarının yamacındaki bu küçük ve güzel köy, ilk görev yerimdi. O güne kadar böyle yorgun ve yaşlı, aynı zamanda genç ve zarif; bu kadar çok şey anlatan eller görmemiştim. Sınıftan ayrılana kadar gözlerimi alamadım onlardan. Sobayı yaktı ve sessizce gitti. Gün boyunca kardeşiyle ilgilendim. Adını öğrendim önce; “Gülnaz”dı. Anaları öldükten sonra dört kardeşine hem anne, hem abla olmuştu. Evin ekmeğini yapan, tandırını, ocağını yakan oydu. Yaşı? Yaşını bilmiyordu Ali. Abasıydı işte. Hem de nişanlıydı. Birkaç ay sonra, amcaoğlu ile evlenecekti. Ali’nin derdi buydu, ablası gidince evlenecekti babası. Üvey ana gelecekti. İçim cız etti. Sonraki iki hafta boyunca görmedim Gülnaz’ı. Ama o iki küçük güvercin hiç aklımdan çıkmadı. İki hafta sonra,  bir akşamüstü Ali’yle birlikte çıkageldiler. Sevgilimin elinde kesilmiş, tüyleri temizlenmiş bir tavuk vardı bu sefer. Ali konuştu Gülnaz’ımın yerine, “Babamın selamı var.”dedi. “Hocam afiyetle yesin diyor.” Bir tavuğa, bir Ali’ye, bir Gülnaz’a baktım. “Sağolsun baban.” dedim. “Ama pişiremem ki ben bunu, beceremem.” İlk o zaman gördüm mahcup gülümsemesini, “Ben pişireyim de getireyim o zaman.” dedi. Onu yeniden görecektim, ne güzel. Bütün akşam boyunca, bu saatte gönderilmeyeceğini bile bile bekledim. Ertesi gün, hafta sonuydu. Sabah, Ali’nin bir büyüğü, 4.sınıf öğrencim Hüseyin tıklattı, dersliğin hemen bitişiğindeki odamın penceresini. Elinde büyük, güzel bir bohça vardı. “Abam siniyi almaya gelecekmiş.” dedi ve gitti. Örtüyü açtım. Parlak, kuş motifli bir sininin içindeydi sevgilimin yaptığı yufka ekmeğine sarılmış tavuk. Siniyi almaya gerçekten de kendisi geldi. “Ellerine sağlık.” dedim. “Annemden de güzel yapıyorsun sen yemek. Yine yapar mısın?” “Yaparım.” dedi ve gitti. “Hep sen yap artık Gülnaz.” diye fısıldadım arkasından. “Hep yanımda ol.”
Sonraki günlerim, onu daha çok görmek için plânlar yapmakla geçti. Onun hep çok işi vardı, hem de nişanlı bir kızdı. Sık sık ortalarda görünemezdi. Sırf onu görmek için muhtarla konuştum; okul çağı geçmiş gençler için kurs açsak diye. Kurs açıldı, köylünün gözünde değerim arttı ama o gelmedi. Gelemezdi, tahmin etmeliydim. Düğününe az kalmıştı, okulla, kursla uğraşacak zamanı yoktu. Koca bir kış böyle geçti; onu düşünerek, görmeye çalışarak. Köylüyle aram iyiydi. Hatta, yabancılara pek yapmadıklarını sonradan öğrendiğim bir şey yaptılar; cemlerine davet ettiler beni. O da oradaydı.  Köyün gençleriyle birlikte semah dönerken, gözlerim yine ellerindeydi. O gece karar verdim, konuşacaktım. “Benimle gel.” diyecektim. “Ben seni seviyorum Gülnaz. Artık sensiz yaşayamam.” Ailesinin rızasıyla gelmesi imkânsızdı, nişanlı olmasa bile izin vermezlerdi evlenmemize. Kendimce bir plân yaptım. Aynı anda gidersek, benimle kaçtığını anlarlar, hemen bulurlardı bizi. Bu yüzden, İstanbullu asker arkadaşımdan yardım isteyecektim. Gülnaz’ı o götürecekti annemlere. Ben de bir iki hafta daha köyde kalıp, sonra gidecektim yanlarına.  Hemen annemle babama bir mektup yazdım. Gülnaz’ı anlattım onlara. Arkadaşımın getireceği emanete iyi bakmalarını, kimseye bir şey söylememelerini tembihledim.
Okulların kapanmasına yakın, aşure günü oldu. Sabah erkenden, köy meydanında ateşler yakıldı. Yaşlı kadınlar, dev kazanlarda aşure pişirdiler. Bütün köy bir aradaydı. Onca kalabalığa rağmen, meydanda hakim olan tek şey sessizlik ve üzüntüydü. En yaşlısından gencine, bütün köy Hasan ile Hüseyin’in yasını tutuyordu. Bense, diğer genç kızlarla birlikte,  uzun masalara konulmuş kâselere aşure paylaştıran Gülnaz’la konuşma telaşındaydım. Sonunda, bir fırsatını buldum ve tam da hayal ettiğim gibi, “Benimle gel.” dedim ona. Hiç düşünmeden, “Tamam.” dedi. “Nasıl?” diye bile sormadı. En kötüsü bu biliyor musunuz? O kadar güveniyordu bana.
Sonrası, ayrıntılarını şimdi tam olarak hatırlayamadığım kadar hızlı gelişti.  Okulun kapanmasına bir hafta kala, Gülnaz filmlerdeki gibi bohçasını alarak gitti arkadaşımla İstanbul’a. Ben köyde kaldım. Gittiği gecenin sabahı, köyde büyük bir panik vardı. Önce, kaçırıldığını düşündüler. Her yerde arandı sevgilim. Köylüyle birlikte bütün arama çalışmalarına katıldım. Akşamları köy meydanında oturup, kayboluşuyla ilgili ihtimalleri dinledim. Ali’nin gözyaşlarını sildim, babasını teselli ettim. Sadece, bana tuhaf bir şekilde bakan nişanlısıyla göz göze gelmemeye çalıştım. Kötü bakışlı bir gençti ve sanırım benden  şüpheleniyordu. İki hafta geçip İstanbul’a dönme zamanımın yaklaştığı günlerden birinde, kasabadan gelen akşam minibüsü geldi kapımın önüne. Şoför, iki tane kâğıt uzatarak, “Gidiyorsun ya hoca.”dedi, “Memlekettekiler telgraf yollamışlar sana. Buralardan bir şeyler istiyorlar herhal.” İkiye katlanıp yapıştırılmış kâğıtları açmak için minibüsün uzaklaşmasını bekledim. İlk açtığım, annemle babamdan geliyordu. “Sakın getirme o kızı. Bu iş olmaz.” Ellerim titreyerek diğerini açtım. Gülnaz’ı götüren arkadaşımdandı. “Annenler kabul etmedi. Eminönü’nde bir eve yerleştirdim. Acele gel.”  
Halbuki birkaç gün daha kalmam gerekiyordu. Üstelik artık köyde Gülnaz’ın kaçırıldığı değil, kendi isteğiyle gittiği konuşulmaya başlanmıştı. Benim küçük sevgilim, çeyizinin tamamını geride bırakmaya kıyamamıştı çünkü. “Hiç giysi götürme, ben sana yenilerini alırım.”diye uyarmama rağmen, sandığından birkaç parça örtü ve en kötüsü de annesinin gelin elbisesini almıştı. Kendi isteğiyle gittiğine emin olunduktan sonra, kimle gittiği de araştırılacaktı elbette. Köyden ayrılacağım gün biliniyordu. Apar topar gidersem, bütün şüpheleri üzerime çekebilirdim. Bu yüzden, birkaç gün daha bekledim. Sonunda, gideceğim gün geldi ve bütün köyle vedalaşarak yola çıktım. Hüzünlü bir ayrılıştı. Ali’nin yüzü hala gözlerimin önünde. “Üzülme.” demek istedim ona. “Abana gidiyorum, biraz zaman geçsin, seni de alırız yanımıza….”  Diyemedim elbette.
İstanbul’a varınca, önce arkadaşımın yazdığı adrese gittim. Gülnaz’ım kapıyı açmadı bana. Çok seslenmem gerekti, ben olduğuma ikna etmek için. Nihayet kapıyı açtığında, sımsıkı sardım onu. Ellerini öptüm. “Sabret.”dedim, “Halledeceğim. Burada bekle beni. Akşam seni almaya geleceğim.” Yine güvendi bana, biliyor musunuz? Boş yere güvendi…
Annemleri asla ikna edemedim. Bütün silahlarını kullandılar bana karşı. Sevgiyle, yaşlılıkla, hastalıkla, ölümle perdeledikleri silahlarını. Ve ben basiretsiz, korkak bir adamdım. Aptal bir hayalperest. Zannettim ki bir gün olacak. Sevgimize inanacaklar ve bizi kabul edecekler. Sevgilimi de inandırdım buna. Gerçi onun inanmaktan başka çaresi yoktu. Geri dönemezdi. O zamandan sonra, ikili hayatım başladı. Gündüzleri yeni okulumda çalışıyor, iki üç günde bir Gülnaz’ın yanına gidiyor, onun dışında ailemle kalıyordum. Ailemi ikna etmek için her şeyi yaptım. Bağırdım, ağladım, yalvardım, kendimi öldürmekle, çok uzaklara gitmekle tehdit ettim ama olmadı. Neden onların rızasını almakta bu kadar ısrarcıydım, bilmiyorum. Ama dedim ya, bir gün bizi kabulleneceklerine inanıyordum galiba.
Gülnaz çok zor durumdaydı. Evden çıkamıyordu. Zaten çevrede arkadaşlık yapabileceği hiç kimse yoktu. Arkadaşımın yerleştirdiği ev, her bir dairesinde on beş yirmi kişinin kaldığı, kaçak işçilerin, mültecilerin, hayat kadınlarının yaşadığı  bir sokaktaydı.. Bana olan inancı azalmaya başlamıştı sanırım. Bir de, nişanlısının peşine düşeceğinden korkuyordu. İki üç günde bir yaptığım ziyaretlerde onun yiyecek ihtiyacını karşılıyor, bana olan güvenini güçlendirmeye çalışıyordum. Onu son gördüğüm akşam, çok endişeliydi. Nişanlısının onu bulduğunu düşünüyordu. Ürkekçe baktığı pencereden, evi izleyen bir adam görmüştü. Bana göre çok uzak bir ihtimaldi bu. O yüzden ellerini öptüm ve “Korkma.”dedim ona. “Korktuğun için sana öyle geliyor.”
Şemsiyemi düşünerek uyuduğum o son gecenin sabahında huzursuzlukla uyandım. Yağmur yağıyordu, gökyüzü karanlıktı. Giyindim, annemle tek kelime konuşmadan çıktım evden. Beni okula götürecek otobüs geldi, binmedim. İçimden bir ses, “Ona git.”diyordu. Gittim, ah, gittim. Sokağın başında, ıslak taşlara yansıyan cankurtaran ve polis arabasının mavi ve kırmızı ışıklarını gördüm önce. Nefesimi tutarak yaklaştım, sarı bantla çevrilmiş viran apartmanın girişine doğru. Cankurtaranın kapısı henüz kapanmamıştı ve ben battaniyeden sarkan kınaları solmuş o güzelim eli gördüm.
Sonra? Sonra dedim ya; yirmi yılım lanet etmekle, acı çekmekle geçti. Ama bugün son. Bu kadar ceza, yirmi yıllık bu cehennem, benim gibi zalim bir adam için bile yeterli. Şimdi, geceyi bekliyorum. Köprüdeki son balıkçının da gitmesini. Karanlık suların düşüncesi, huzur veriyor bana. Bunları niye yazdım biliyor musunuz? Yazmasaydım ölecektim. Yazdım, yine öldüm.

                                                                              Gülay Yeniay Bulut

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLMEDEN ÖNCE YAPILACAK 100 ŞEY

  Bu aralar yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri de blog okumak. İnstagram hesabından (@kederlikavun) takip ettiğim sevgili  Șeyma Mektepli  'nin de bloğu olduğunu farkedince hemen okumaya başladım ve başlıkta gördüğünüz yapılacaklar listesine dair bir yazısına denk geldim. Hoşuma gitti ve eğlenceli bir şeyler yapmak için tam sırası diye düşünüp ben de kendi listemi hazırladım. (Bazıları çocukluğumdan beri hayalim olan ve hali hazırda yeni gerçeklestirdiklerim ve üstleri çizili.) Yaptığım maddelerin üstünü çizmeye devam edeceğim elbette. Bir de henüz yüz maddeye ulaşamadım ama yeni keşiflerde bulunup okumaya devam ettikçe öğreneceklerim, eminim yeni istekler oluşturacaktır bende. Sizin tavsiyeleriniz veya listeleriniz varsa ve benimle paylaşırsanız mutlu olurum. Keyifli okumalar. ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~ İkinci üniversiteye başla ve bitir.(Edebiyat Bölümü) Nemrut Dağı'na çık. Kapadokya'yı gör. İngilizce öğren. (Okuma ve konuşma) IMDB Top250

K-DRAMA'YA MERHABA

  Evet, sonunda oldu. Yıllardır uzak durduğum aramıza mesafe koyduğum K-Drama'nın bağımlısı olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum.   Şimdiden bir sürü klişeye aşina oldum bile. Sakar kızlar, birbirine yemekle vurmalar, saç bağlayıp toka takmalar ve muhakkak birilerinin ayakkabısını bağlamak ya da giydirmek. Ah ama en güzeli aşık olunup rüyalara misafir edilesi oppalar.🫠  İlk başladığım Kore dizisi Dr.Slump ama o güncel bir dizi olduğu ve bölümleri haftada bir yüklendiği için ilk bitirdiğim dizi W Two Worlds oldu.  Benim için K-Drama'ya daha iyi bir giriş olamazdı diye düşünüyorum. Çizgi romanları çok seven biri olarak bu dizide webtoon dünyasının ve gerçek dünyanın birbirinin içine girmiş olması bir şeylerin silinip baştan yazılması yaratılan karakterlerin kaderlerini cüz'i iradeleriyle değiştirmeleri muhteşemdi. Dizinin içinde sık sık webtoon çizimlerini görmek de beni çok mutlu etti.  Bu arada iddia ediyorum daha önce kimsenin farkına varmadığı bir şeyi keşfettim. Tür

TRUE BEAUTY ve AKRAN ZORBALIĞI

  Türkiye'de akran zorbalığı ile alakalı ilk tez 2001 yılında yazılmış ve o yıllarda çok dikkat çekmemiş. Oysa günümüze doğru geldikçe bu konuda yazılan tezlerin inanılmaz bir hızla arttığını görüyoruz.  YÖK-Tez'deki verilere göre konuyla alakalı olarak 2021 yılında 28, 2022'de 36 ve 2023 yılında 37 adet tez yazılmış. Google Akademik'te ise 2020 yılından bu yana akran zorbalığı içerikli 3530 adet makaleye ulaşabiliyoruz. Bu da demektir ki dünyada olduğu gibi ülkemizde de akran zorbalığı her geçen gün artarak devam ediyor. 2023 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi'nde yer alan Tüm Boyutlarıyla Akran Zorbalığı adlı makalede Mahi Aslan ve Mehmet Oğuz Polat konuyla alakalı olarak "Akran zorbalığı toplumumuzda yaygınlaşarak kritik bir halk sağlığı sorununa dönüşmektedir... Akran zorbalığını tanımlamak için önemli kriterler vardır; zorbalığın sistematik olarak devam etmesi, güç dengesizliğine sahip olması, kasıtlı olması gibi. Zorbalığı deneyimlemek