Sokağın köşesinde durdum, bizi bekliyorum. İnsanlar yanımdan geçip gidiyor. Bazıları bana bir omuz vurup devam ediyor yoluna. Oysa yol ortasında değilim. Aksine, mümkün olduğu kadar köşeye sokulmuşum. Yine de çarpıyorlar. Çarptıktan sonra bir göz teması, özür dileme… Hayır, bir kişi bile dönüp bakmıyor.
“Eskiden ben de böyle miydim?” diye düşünüyorum. Bu, sonunda deniz görünen, daracık, parke taşlı sokağın köşesinde durup, bizi beklemek zorunda olmadığım o güzel zamanlarda ben de böyle miydim? Ben de çarpıp geçiyor muydum geçmişini bekleyen, acıdan görünmez olmuş insanlara?
Sokağın iki yanında sıralanmış o eski, çoğunun pencerelerinde hala soba boruları tüten, ahşap kapıları teneke ile yamanmış güzel evlere bakıyorum. Yıllar geçti, hiç eskimedi bu evler. Eskimediler; çünkü onları ilk gördüğüm zamanlarda bile daha fazla eskiyemeyecek kadar eskiydiler. Gerçi o zamanlar ben bu evlere bakmazdım. Yanımda sen olurdun çünkü. Bu sokaktan geçerken, birbirimize bakar, konuşurduk. Birer elimizle Elif’in arabasını tutar, diğer ellerimizle de birbirimize sarılırdık. Şimdi hatırladım, seninle sokaklarda çekişirdik, bebek arabasını kim sürecek, diye. Bir de ben, burnumu senin boynuna koyardım yürürken; sen işteyken, en çok kokunu özlerdim çünkü.
Yıllarca bu sokaktan sahile indik. Çok soğuk günlerin dışında, neredeyse her gün. Önceleri Elif’i arabasına koyar, senin işten dönüş saatinde caddedeki manavın önünde beklerdim. Sırt çantamda senin için yiyecek bir şeyler olurdu. Servisten iner, bizi öperdin. Sonra vururduk kendimizi yokuş aşağı, sahile doğru. Zaman içinde Elif minik adımlarıyla yürümeye başladı ortamızda. Sonra, üç tekerlekli bisiklet, paten ve en sonunda iki tekerlekli bisikletiyle…
Şimdi Elif büyüdü, uzaklara gitti. Biz de büyüdük. Birbirimizden gittik. Ben epeydir her gün, bu saatlerde buraya geliyor, bizi bekliyorum. Köşede duruyorum. Senin servisten inmeni, bizi öpmeni, gülerek yokuş aşağı yürümemizi seyrediyorum. Her gün başka bir biz geçiyor önümden. Bazen Elif bebek arabasında, benim saçlarım kısacık, sen ne kadar genç, ne kadar neşelisin. Katılaşmana çok vakit var daha… Bazen de Elif iki tekerlekli bisikletiyle hızla geçiveriyor önümüzden, sonra dönüp tekrar yanımıza geliyor. Bazen, endişeyle etrafa bakıyorum. Sanki beni, o eski bizi gözleyen, acıdan görünmez olmuş beni hissediyorum. Hatırlıyorsun değil mi, en mutlu zamanlarımızda bile, sebepsiz yere gözlerim dolardı. Ya bir gün birbirimizi sevmekten vazgeçersek diye endişelenirdim.
Bu akşam hangi bizi göreceğimi merak ederek bekliyorum. Sonra, parke taşlardaki parlaklığı fark ediyorum. Yağmur, çok yağmur yağıyor. Bugün inmeyiz sahile, Elifçik hasta olur. O zaman, ben de evimizin önünden geçerim. Belki perdeleri tam kapatmamışımdır, görünüyoruzdur az da olsa. Ya da belki sesimizi duyarım. Acaba hangi bize denk geleceğim? Bir bebek ağlaması duyabilir miyim? Ya da, senin bağlama çalmaya heves ettiğin zamanda mıyızdır? Belki de Elif’e kendi uydurduğun komik şarkıları söylüyorsundur. O zaman katıla katıla gülen bebek Elif’i de duyabilirim.
Nedense hep bu güzel sokaktayken görüyorum bizi. Sonunda deniz görünen, eskilikten eskimeye hali kalmamış güzel evleri olan parke taşlı bu canım sokakta gösteriyoruz kendimizi bana.
Birbirimizden gittikten sonraki o üzgün, hatta daha çok da şaşkın zamanlarımda, birlikte yaşadığımız diğer yerlerde de dolaştım. Bizi aradım. Ama hiçbirinde görünmedik. Büyüdükçe çok mu kalabalıklaştık acaba? Etrafımızı saran insanlardan, birbirimizi göremez mi olduk? Birbirimizden böyle mi gittik? İyi oldu aslında gidişimiz. Ben son zamanlardaki bizi hiç beğenmiyordum. Büyüdükçe kibirlendik sanki. Son zamanlarımızda başkalarının beğenisini daha çok önemser olduk. Birbirimizi görmüyor, duymuyorduk. Dertdaş değil, başkalarına anlattığımız dert olmuştuk epeydir.
Hele birbirimizden kesin olarak koptuğumuz o son günlerde, seni çok sevdiğimi göstermeye bile çekiniyordum. Eskiden olduğu gibi içtenlikle burnumu boynuna sokamıyordum mesela. Ya da, ağlayamıyordum. Ben sokuldukça sen geri çekiliyor, ağlamama öfkeleniyordun. Oysa beni sevdiğin zamanlarda da böyleydim. Hep sulugözlüydüm, hep sokulgandım. O zamanlar, ağlayınca bağırıp çağırmazdın. Sarılıp yatardık, gözyaşlarımı öperdin. Yoksa öpmez miydin de, ben şimdi öyle mi hayal ediyorum? Bilmiyorum ki, kafam karmakarışık… Ama son zamanlardaki bize dair en çok hatırladığım, evden her çıktığımda, komşularla karşılaşmamak için dua ettiğim. Öyle çok bağırırdın ki bana, ve ben de öyle bir ağlardım ki... Sabah evden çıktığımda utanır, başım önümde yürürdüm. Sen bilmezsin, eski bize ait komşularımızdan biri bir gün, “Akşamları hep kahkahaların geliyor kulağımıza, hep mi güler bir insan?” demişti.
Neyse, iyi oldu gidişimiz işte... Hiç olmayacağımızı düşündüğüm kişilere dönüşmüştük çünkü. Tam zamanında koptuk. Biraz daha bekleseydik, şimdi her gün gördüğüm, o eski bize ait hayaller de silinip giderdi belki. Ben şimdi her gün o güzel sokaktayım, bizi seyrediyorum. Kimse görmüyor beni. Çarpıp geçiyorlar. Görünmez oldum. Acıdan, özlemden görünmez oldum.
Şimdi, şu anda beni sevmiyor olman önemli değil. Kimlerle olduğun, kimleri önemsediğin, vazgeçtiklerin ya da vazgeçemediklerin. Hiçbirini önemsemiyorum. Zaten ben de artık seni değil, o zamanki bizi seviyorum. Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın. Aramıza kim girerse girsin, ben o güzel sokakta yürüyen, birbirini seven bizi hep göreceğim. O güzel, küçük sevgilileri benden başka hiç kimse görmeyecek. Sen bile…
Gülay Yeniay Bulut
Yorumlar
Yorum Gönder