Başı önde oturup öylece kalakalmak istiyordu lakin
yapılacak bir sürü iş vardı. Son derece yılgın ve de bitkin hissediyordu
kendini. Kafasından hızlıca bir hesap yaptı. Tam kırk dört gün olmuştu
memleketten geleli ama en az üç ay olduğuna yemin edebilirdi. Öylesine yoğun ve
akışkandı ki hayatı; bir günü, üç gün gibi yaşıyordu. Hem son sürat
yaşlandığını hissediyor hem de arkasına baktığında hiç yol kat edemediğini fark
ediyordu. Bu karmakarışık durumlar karşısında Einstein’i anmadan edemiyordu.
Hani bilirsiniz işte şu meşhur Görelilik Kanunu var ya, tam da onu kanıtlar
gibiydi yaşantısı.
Aklından geçenleri derleyip toplamak ne mümkündü?
Düşünceleri yüksek hızlı trene meydan okurcasına şimşek gibi gelip geçiyor ve
sürekli yön değiştiriyordu.” Allah’ım” dedi içinden “Ne olur, ne olur birazcık
nefes almama izin ver. Çok bir şey değil ki istediğim. Kimse bölmeden en
azından 40 sayfa kitap okumak mesela. Yahut sadece gözlerimi kapatıp kendimi
dinlemek uzunca bir süre. Hiç olmazsa çamaşır katlarken kimse rahatsız etmesin
rahat rahat katlayayım şunları çok mu şey istiyorum. Tamam, tamam itiraf ediyorum
çamaşır mevzusunu hallederken bir de sevdiğim müzik çalsa yanında, hiç de fena
olmaz. İşte hepsi bu.”
Tükenmişlik sendromu nedir anlıyordu şimdi. Evet, evet
son zamanlarda çok söyleniyordu bu söz ama onun için yaşamın kendisiydi artık.
Tıpkı bir mumun yandıkça yavaş yavaş eriyip bitmesi gibi o da bütün gün yaptığı
rutin işler ve koşturmaca ile yanıp tükeniyordu sanki. Çaresizliği her zerresinde
hissediyor ve yalnız O’na yalvarıyordu. En sık kullandığı kelimelerse “n’olur,
lütfen, yeter…” olmuştu. Oysa biliyordu kendinden kat be kat zor durumda
olanlar vardı. Bitmek bilmeyen bir kepazeliğe dönmüştü dünya. Savaşlar ve
hırslar yiyip bitiriyordu güzel olan ne varsa. Ülkelerin hâkimiyet
savaşlarından gayrı bir de insanların egolarıyla olan savaşları vardı beride.
Kimse kendinden başkasını umursamak ve değer vermek istemiyordu. Empati
unutulan bir kelimeydi artık. Bunları düşününce kendi basit dünyası daha da
basitleşiyordu aslında. Ne vardı ki? Sanki annesi gibi pazar çantası ve
ayağında naylon bir ayakkabıyla kara kışta beş kilometre yürüyüp okula gitmek
zorunda mı kalmıştı, yoksa ananesi gibi ev ve çocuklar dışında uğraşacağı bir
de tarlası ve hayvanı mı vardı? Ya büyük
ninesi? Duymuştu ki dedesini dağda tek başına doğurup gelmişti evine, gelir
gelmez de lohusalığını unutarak abdest
alıp namazı geçirmeme telaşına düşmüştü kadıncağız. “Bizim zamanımızda” diye
başlayan ve artık “klişe bunlar” deyip kulaklarını tıkadığı, dinlerken hiçbir
şey hissetmeyecek kadar görmezden geldiği o hikayeler şimdi ona başka şeyler
söylüyordu.
Bir de madalyonun diğer yüzü vardı işte. Her gün sosyal
medyada karşısına çıkan o mükemmel kadınlar, harika anneler ve süper yaşamları
gözüne gözüne batıyordu. O, şurada kıçı kırık ev işlerine yetişemezken
hanımefendiler gidilmedik etkinlik, okunmadık kitap, içilmedik kahve ve dahi
kutlanmadık doğum günü bırakmıyordu. Üstelik tüm bunları harikulade güzel ve
bakımlı görünerek ve çocuklarıyla alabildiğine ilgilenerek yapıyorlardı. Oysa
kendisi büyük oğluna basit bir “ince motor çalışması!” yaptırırken bile çok
zorlanıyor ve hevesle giriştiği her iş ne yazık ki hüsranla neticeleniyordu. Ah,
o mükemmel annelerin bir de o incecik görüntüleri yok mu? Kıskançlıktan
çatlayacaktı resmen. Kendisinin kilo vermesi şöyle dursun kilo almasa ne de iyi
olurdu. Çünkü bu kadar stres onu şeker
krizine sokuyordu ve eline geçeni midesine indiriyordu. Tam da şairin
bahsettiği hem dersini bilmez hem de şişman öğrenciydi kendisi ve utanıyordu
halinden. Diğer bir şairden emanetle “bir incelik yapın incinmesin yüreğim”
diye geçirdi içinden. Aslında o kadar romantik biri değildi daha ziyade çılgın
denilebilirdi onun için tabi son zamanlarda yaptığı en büyük çılgınlık
çocuklarla birlikte tek başına otobüse binip yarım saatlik mesafeye gezmeye
gitmekten ibaretti ama o da cesaret isteyen bir şeydi, bilen bilirdi. Dr. Who
gibi uzayda ve zamanda yolculuk yapabiliyor olsa hiç durmaz onu da yapardı
çocuklarıyla. Gerçi pek bir şey anlayabilir miydi bu seyahatten orası muammaydı
ama “başardım, yaptım” demek için bile değerdi.
Derinden bir “off” çekti ve bütün bu düşünceleri
kafasından atmak için elini yüzünün önünde şöyle bir salladı. Son kalan tabağı
da sudan geçirip makineye attıktan sonra, reklamlardakinin aksine hiçbir
deterjan sudan geçirilip iyice ovulmayan bulaşıkları tertemiz yapmıyordu çünkü,
hızlı adımlarla yatak odasına gitti ve beşiğinde mızıldanan oğlunu kucağına
alıp pışpışlamaya başladı. Şimdi zamanda ve uzayda o minik yüzdeki gülümsemeden
başka hiçbir şey kalmamıştı.
Yorumlar
Yorum Gönder