Öfkeyle baktı perdedeki yapma kelebeklere. Gecenin bu vaktinde, salon duvarına vuran gölgeleri tuhaf ve çirkindi. Hepsini söküp atmak istedi ama öfkelenmekle yetindi. Karısının dışarıya, “Bakın, ne kadar mutluyuz!” deme yöntemlerinden biriydi bu süsler. “O kadar mutluyuz ki, perdelerimizde kelebekler bile var.” Mutfağa geçti, karanlıkta, el yordamıyla bulduğu sigarasını, çakmağını alıp balkona çıktı. Gök delinmiş gibiydi. Ne derdi nenesi, kavüş kavüş yağıyor, çobançökerten… Sokak sessiz, köşe başındaki, hani şu salon duvarındaki acayip gölgelerin kaynağı lambanın ışığı dışında karanlık. Bir kendisi var galiba uyuyamayan. Bir de, karşı apartmandaki ihtiyarın sokağa dadandırdığı sarı köpek. İşte yine kıvrılmış apartman girişindeki yerine. “Altında battaniyesi de vardır itin.”dedi. “Manyak kadın. Kedileri de evine almıştır, aman ıslanmasınlar…” Sigarasından ilk nefesini çekmiş, bugünkü kimbilir kaçıncı mesajını yazmaya hazırlanıyordu ki:
- Musa!diye seslendi yatak odasından, karısı. N’apıyorsun?
“N’apıcam?”dedi. “Sevgiliden haber yok üç gündür, farkında değil misin? Ne yapacağım şimdi, nasıl bulacağım onu düşünüyorum!” Sonra, karısının duyabileceği ama çocukları uyandırmayacak, bağırma ile bağırmama arasında bir sesle cevap verdi:
- Uyuyamadım, bir sigara içip geleceğim.
- Yağmur mu başlamış? Panjurları kaldır da çiçekler yıkansın.
“İşte bu kadar.”dedi içinden. “Çiçeklerin yıkansın. Sabah pırıl pırıl olsunlar, her gören hayran olsun. Kocan niye uyuyamıyor, düşünme sen.” Şimdi daha da öfkeliydi. Bütün bu mutsuzluğun, karmaşanın sebebi karısıydı. Onu yeterince sevseydi, en azından çiçeklerinden, perdelerinden ve yapma kelebeklerinden daha çok sevseydi, unuturdu belki sevgiliyi. Aramaz, hiç umulmadık bir anda karşılaştıklarında, mutlu evliliğini, güzel çocuklarını anlatır ve hatta ayrılırken, “Bir akşam gelin mutlaka, enişteye çok selam.” bile diyebilirdi. İçindeki suçluluk duygusunu iyice derinlere itecek kadar öfkelendikten sonra, karısını ait olduğu yere, zihnindeki “Suçlular” rafına kaldırdı. Epey kalabalıktı bu, hayatını rezil eden insanlar rafı. Birbirlerini sevdiklerini bile bile, parasının gücüyle sevgiliyi alan eşraf çocuğu en başta. Sonra, kendisinin zavallı, ürkek babası, “El alem ne der?”ci annesi, büyüdüğü o çorak, mevsimsiz ilçedeki el alem ve şimdi nereden aklına geldiyse, çok bilmiş fakülte arkadaşı Nazan.
O geceye kadar hiç düşünmemişti ama Nazan, baş suçlulardandı. Sevgili evlendikten, sevgilinin ailesi, “Burası küçük bir yer, karşılaşırlarsa iyi olmaz, gitsin.” haberini yolladıktan sonra güya okumaya ama aslında sürgüne gönderildiği İstanbul’da edindiği ilk arkadaş. Çekingen, parasız ve küskün küçük kasaba çocuğu Musa ile çevreye göre uyumsuz, ukala, kendisine göre ise boş kafalı insanlara tahammülü olmayan dobra İstanbul kızı Nazan, birbirlerine mecbur kalmışlardı iki yüz kişilik fakülte sınıfında.
Nazan’a kendi hikayesini anlattıktan hemen sonra, bir belediye otobüsünde gidiyorlarken, “Sen var ya.” demişti. “Ömrün boyunca otobüste düğmeye geç basan adam olacaksın.” Anlamamıştı tabii. Sonra, başıyla kapının hemen yanında duran adamı göstermişti Nazan. “Bak, düğmeye geç bastı. İnecek var, diye bağırdı ama durmadı şoför. Üsteleyemedi bile. Şimdi, sonraki durağa kadar gidip geri yürüyecek. Nasıl sıkıntılı görüyor musun? Bütün yolcuların kendisiyle alay ettiğini, salak adam, otobüsten inmeyi bile beceremiyor, dediklerini sanıyor. Oysa kimsenin umrunda değil. Onun yanında durana bak bir de… Başına böyle bir şey gelmez. Öyle bir, inecek var, der ki, durak olmasa bile durur otobüs. Sen, Musacığım, sen de asla istediğin durakta inemeyeceksin. Şoför, kapı, düğme, seninle birlikte bağırmayan yolcular suçlu olacak hep. Bağır be kuzum, kimsenin umrunda değilsin ki…” İşte o gün, o uğursuz kehanetle mühürlemişti kaderini Nazan. Herkesi, her şeyi suçlama hakkını elinden o sözlerle almıştı. İçindeki huzursuzluğun sebebi o tozlu kızdı.
Nazan’ı da öfkesiyle parlatıp rafa kaldıracaktı ki, önce apartman girişindeki köpeğin hızla kalkıp, bahçenin karanlık köşesine gizlendiğini gördü. Sonra, sokağın başından hızla gelen otomobilin uzun farlarını. Kısa, dar bir sokaktı zaten. Sebebini anlayamadığı bir korkuyla kasılırken, süratle gelmiş, karşı apartmanın önünde gürültülü bir şekilde durmuştu yeşil otomobil. Ondan sonrasını, su dolu bir kavanozun içinden bakar gibi izledi. Hem içinde, hem dışındaydı olan bitenin. Kulakları uğulduyordu. Sokak, araba, arabanın içindekiler (Sürücünün yanındaki bir kadın olmalıydı, tartışıyorlar mıydı ne? ) her şey bulanıktı şimdi. Hiddetli sürücü gürültüyle indi arabadan. Küfürler savurarak dumanı tüten kaputa vurdu ve kadının bulunduğu taraftaki kapıyı açtı. Şimdi bedeninin yarısı arabanın içindeydi. Ön koltuktaki kadını dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Önce biraz direndi istenmeyen yolcu. Sonra adam son bir hamleyle çekti, boş bir çuval gibi kaldırıma attı ve arabaya binip hızla uzaklaştı. “Hapı yuttun Musa!”dedi, kavanozun içinden kendi kendine. “Buldu seni, gördün mü? Anladı tabii. Getirdi attı kadını kapına!” “Kadın mı?” diye bağırdı zihnindeki suçlular korosu. “Beş dakika önce sevgiliydi, şimdi kadın mı oldu? Korkak Musa, otobüsten inemeyen beceriksiz Musa!”
Yanı başındaki karısının sesiyle kavanozun suları boşaldı, suçlular korosu sustu:
- N’oluyor ya? Neydi o ses?
-Yok bir şey, yat sen, geliyorum ben de.
- O ne, yerdeki? İnsan mı, çuval mı?
- Boşver yahu, bize ne. Sarhoşun biri işte.
İşte şimdi, delice korkuyorken, hayattaki en büyük becerisi devreye girmişti. İnkâr et, kaç, suçla ve unut. Hele şu “an”ı kurtarsın, gerisini sonra düşünürdü. Şimdi kaçmak ve inkâr etmek vaktiydi. Yerde yatanın, sevgili-kadın olduğundan bile emin değildi. Belki gerçekten sarhoşun biriydi. Bu sokakta oturan kimseyi doğru dürüst tanımıyorlardı ki. Hem, gerçekten o olsa bile inkâr edebilirdi. Sadece üç kere görüşmüşlerdi ne de olsa. Biri tesadüfen karşılaştıklarında, diğer ikisi tenha çay bahçelerinde. Tozlu Nazan, raftan bağırdı:
- Aptal, kocası tabii ki biliyor senin ne haltlar yediğini. Mesajlarını okumuştur. Niye yazılı kanıt bıraktın ki? Geri gelecek. Hem de tüfekle. Kaç, kaç, kaç!
Tam rafın en alt köşesindeki annesi, “El alem ne diyecek bize be oğlum?”diye başlayacakken, karşı apartmanın sensörlü ışığı aydınlattı yerde yatan enkazı. Hayır, o değildi sanki. Ama emin olamamıştı daha.
Apartmanın kapısı açıldı, üstünde gül rengi bir sabahlık, elinde battaniyeyle çevredeki bütün hayvanların hamisi yaşlı kadın, dikkatle merdivenleri inerek enkazın yanına gitti. Musa, şimdi daha iyi görüyordu bedeninin yarısı kaldırımda, yarısı yolda olan kadını. Öyle tuhaf kıvrılmıştı ki, şaşakaldı insan vücudunun böyle bir şekil alabilmesine. Ama yaşlı kadın şaşırmış görünmüyordu. Sanki epeydir onu bekliyormuş gibi, yavaşça yanına oturdu. Kadının başını nazikçe dizlerine alıp, bedeninin yolda kalan kısmını, becerebildiği kadar battaniyeye sardı. Sarı köpek de saklandığı yerden çıkmış, iki kadının yanına uzanmıştı.
- Aaa, dedi karısı. Kapitone sabahlık mı o? Ayol bu devirde kapitone sabahlık mı kaldı? Müzelik bu kadın vallahi!
“Şimdi sana bir tane çaksam.”diye geçirdi içinden. “Öyle bir çaksam ki, onların yanına uçsan, ben de gidip uyusam.” Böyleydi bu kadın. “Manasız, gereksiz. İşte bu yüzden konuşulmuyor seninle!” “Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.”diye seslendi raftan, her duruma uygun bir atasözü bulan ilkokul öğretmeni.
- Haydi yatalım yahu!dedi. Kadın-sevgili değildi, iyice emin olmuştu. Madem ki kendisine ne yararı ne de zararı dokunacak bir durum vardı, yatıp uyuyabilirdi rahatlıkla. Nasıl olsa birileri çağırmıştır cankurtaran, polis falan. Sevgili? Sabah düşünürdü onu da
- Ay baksana, konuşuyor kedici deli kadın onunla. Merak ettim ben, inip bakacağım.
-Boşver, dedi. Hırlı mıdır, hırsız mıdır? Ölür kalır orada, bizi de şahit yazarlar.
Hemen ikna oldu karısı, şu temiz, düzenli hayatlarına en ufak bir gölge düşsün istemezdi. Yatak odasına giderlerken:
- Şu senin kelebeklerin güneşli-yıldızlı olanları da çıkmış, dedi Musa. Onlardan da alsana!
GÜLAY YENİAY BULUT
Yorumlar
Yorum Gönder