Ana içeriğe atla

Avrupa'da Bir Betül - Bölüm 1



  Merhaba,

  Üzerinden çok uzun zaman geçti biliyorum fakat bu yazıyı ancak hazırlayabildim. İlk niyet ettiğimde gerekli notlarımın yarısını kaybettiğimi farkettim ve çok üzüldüm. Ama daha sonra hiç beklemediğim bir zamanda kaybolan notlarımı geri buldum ve deli gibi sevindim. Ve hemen işe koyuldum.

  İlk olarak seyahat defterimi (travel bullet journel) hazırladım ve uzun uğraşlardan sonra onu tamamlayınca da işte buraya gelerek yaşadıklarımı sizlerle paylaşmaya ama daha da önemlisi gelecekteki kendime not düşmeye geldim.

  Öncelikle bu seyahat nasıl ortaya çıktı ondan bahsedeyim biraz. Aslında günün birinde yurt dışına gidebileceğime dair tek umudum kırklı yaşlarımdı. Onda da herhalde ancak Bosna'ya filan giderim diye düşünüyordum. (Mesafe vs. bakımından.) Fakat öyle olmadı. Bir gün eşim beni aradı ve okulunun folklor ekibinin, otobüsle yaklaşık on günlük bir Avrupa turuna çıkacağını ve istersek bizim de katılabileceğimizi ama hemen karar vermemiz gerektiğini çünkü bir sonraki gün katılım süresinin dolacağını söyledi. (O sırada ben Konya'daydım.) Bu arada da ekibin başında olan hoca nerelere gideceğimizi söylüyordu arkadan. Budapeşte, Venedik, Roma, Floransa.... Ben çıldırmış gibi atladım tabi hemen gidelim diye. Ama düşünmemiz gereken başka şeyler vardı elbette ki bunların en önemlisi de çocuklardı. Biz yokken onlara kim bakacaktı? Üstelik daha önce hiç ayrılmamıştık. Gündüz saatlerinde evet, bazen onları güvendiğimiz insanlara emanet edip dışarı çıkıyorduk ama hiçbir gecemiz ayrı geçmemişti. Bu ciddi bir mesele olabilirdi ama Konya'da, ailemin yanında bulunuyor olmamın avantajını kullandım ve hemen annemlere bize bu büyük iyiliği yaparlar mı diye sordum. (Açık konuşayım zaten onlardan başkasına da güvenemezdim. Bu konuda her ikisine de çok büyük teşekkür borçluyum ama özellikle de annemin hakkını asla ödeyemem. Sağ ol, var ol annem.) Annem de Ramazan'da olmasına rağmen babamın da beni desteklemesiyle kabul etti bunu. Böylece saatler içinde yaz planlarım tamamen farklı bir yere evrilmiş oldu. Ve aldı beni bir heyecan.

  Yolculuğun başlamasına yaklaşık iki ay olmasına rağmen ben hemen, bu tarz seyahatlerde yanımıza neler almalıyız, gideceğimiz yerlerde neler var, nereleri görmeliyiz vs. gibi konularda araştırma yapmaya başladım. Daha önce yurt dışı veya yurt içi herhangi bir turla ya da otobüsle seyahat deneyimim olmadığı için merak ettiğim çok şey vardı ama bundan ziyade bu kadar erken notlar almaya başlamamın esas sebebi bir şeyler hakkında heyecanlanmak ve deli gibi araştırma yapmak karakterimin vazgeçemediğim bir parçası olduğu için.

  Seyahate katılmaya karar verdikten sonra iki günlüğüne İstanbul'a gittim ve pasaport işlemlerini hallettik. Daha sonra yolculuktan bir gün evvel yine İstanbul'a gidip valiz hazırlığı yaptım 13 Haziran 2017 sabahı saat 8.00'de ben heyecan içindeyken otobüsümüz hareket etti.

1.GÜN

  İstanbul'dan yola çıkıp Yunanistan sınırına geldiğimizde bazı aksilikler yaşıyoruz ve gümrükte bir kaç saat beklemek mecburiyetinde kalıyoruz. Pasaport işlemlerimizi hallettikten sonra adettendir deyip Duty Free'yi geziyoruz.Gelin görün ki kesinlikle adıyla müsemma bir yer değil. Her şey son derece pahalı. Belki şanslıysanız gerçekten iyi fiyata ihtiyacınız olan bir şey bulabilirsiniz ama burayı ucuzluk pazarı gibi düşünmek büyük hata. Biz sadece bir paket Vanilyalı Puro alıp çıkıyoruz. (Ve sonradan eve döndüğümüzde paketi açmadan kaybettiğimizi anlıyoruz.) Problemler hallolup tekrar yola çıktığımızda Yunanistan sınırını geçince ilk kez yabancı bir ülkenin topraklarında olduğum gerçekliği beni büyülüyor. Evet, belki bazıları için bu çok sıradan bir durum fakat benim için tam anlamıyla maceraya giriş oluyor. 

  Otobüsle seyahat etmenin en güzel yanı sanırım o ülkeye dair pek çok manzarayı görebiliyor olmak. Mesela Kavala'dan Selanik'e doğru giderken muhteşem sahil köyleri var ve bunları uçakla yapılacak bir yolculukta görmem mümkün değil. Hatta bu köylerden biri iki dağın birleştiği yamaca kurulmuş ve bir ucu ormana uzanırken diğeri kumsalda bitiyor. 

  Yol boyunca sağlı sollu ayçiçeği tarlaları kendilerini gösteriyor. Yer yer çeltik ve pirinç tarlaları göze çarparken bazen de sararmış ekinlerin içinden devam ediyoruz yola. Hatta kimi yerlerde çoktan hasat yapıldığını görünce epeyce şaşırıyorum. Bizim ülkemizde hasada daha çok var ne de olsa. Fakat saman balyaları mavi gökyüzün altında öyle güzel uzanıyor ki bu harika manzarayı seyretmenin keyfiyle  aklımdan her türlü düşünce çıkıyor ve mutlulukla dışarıyı izlemeye devam ediyorum.

  Yanımızdan geçip giden köylerde dikkatimi birbirinden farklı şekilde boyanmış ve bambaşka mimari stillere ait küçük kiliseler çekiyor. Hepsi de birbirinden ilgi çekici ve bulundukları köye ayrı bir cazibe katıyorlar. İster istemez bizim köylerin çoğunda aynı betonarme camilerin boy gösterdiğini hatırlıyorum hüzünle.

  Bir süre daha yol aldıktan sonra Selanik'e giriyoruz. Burada ise dikkatimi çeken şey kiliselerin her birinde gördüğüm bayraklar: Sarı kumaş üzerinde siyah renkli çift başlı kartal. Bizimle birlikte yolvuluk yapan öğrencilerden biri olan Deniz'e bunların ne anlama geldiğini soruyorum. (Annesi Türk, babası Yunanistanlı.) O da bunun Ortodoks mezhebinin sembolü olduğunu söylüyor. Daha yakından baktığım zamansa kartal başlarının tam ortasında papaların giydiğine benzer bir başlık ve önünde ise bir kılıç olduğunu görüyorum. 

  Deniz'le konuşmaya devam ediyoruz ve bana buradaki insanların "siesta" (Öğle uykusu) kavramını biraz abarttıklarından bahsediyor. Öyle ki dükkanlarını 17.00'de açıp 21.00'de kapatanlar varmış. Bu sanırım Türkiye'de asla görmeyeceğimiz bir davranış.



  Şehir merkezinde otobüsle ilerlerken kırmızı renkli, ateş tuğlasından yapılmış büyük bir kilise dikkatimi çekiyor. Sonradan farkediyorum ki Selanik civarında aynı tarzda yapılmış pek çok küçük kilise de var.  Ayrıca yollardaki yoğun motosiklet kullanımını farkediyorum ve özellikle bankaların duvarlarına çizilmiş graffitiler bana ekonomik krizi hatırlatıyor.

  Şehir bakımsız bir imaj çiziyor gözümde ve otobüsler de gerçekten çok eski görünüyor. Evlere baktığım zaman genellikle dört yanlarının balkonla çevrili olduğunu görüp Sezai Karakoç'u anarken mola veriyoruz. 



  Selanik'in kordonunda gezerken şansımıza kitap fuarına denk geldiğimizi farkediyor ve orada kurulmuş tezgahlara bir göz atmadan edemiyorum. Yazılar yüzde doksan sekiz Yunanca yani Grek Alfabesi ile yazılmış olduğundan pek bir şey anlayamasam da Harry Potter'ı görünce gözlerim parlıyor birden. Eşimle biraz daha dolaştıktan sonra yolun kenarındaki Starbucks'a uğrayıp o yaz favorim olan Cool Lime'dan alıp otobüse dönüyoruz ve gün Selanik'te batarken yola revan oluyoruz.

  TR. saati ile 01.05'te Sırbistan Gümrük Kapısı'nda pasaport kontrolünden geçiyoruz. Kontrol için otobüse gelen görevli, çok fazla konuşup gürültü yapan bir öğrenciye "Suz be suz!" diye çıkışarak hepimizi kahkahaya boğuyor ve sıkıcı bürokratik işlemler kasvetli havasından uzaklaşıp güzelleşiyor.

2.GÜN

  Sabah 06.45'te Belgrad'da benzinlikle dinlenme tesisi karışımı bir yerde mola vererek otobüste bulunan yiyeceklerle kahvaltı yapıyoruz. Yere oturup bağdaş kurmuş bir vaziyette çayımı yudumlarken sabahın tatlı serinliğinde etrafa bakıyorum. Neredeyse gözümün değdiği her yer orman. Bu enfes manzara karşısında içtiğim çay daha da tatlanıyor dilimde. Ve elbette saatlerdir otobüste olmanın verdiği rahatsızlıklar da bir süreliğine ayrılıyor benden. 

  Kahvaltı molasından sonra tekrar yola koyuluyoruz ve elbette her zamanki gibi etrafı seyre dalıyorum. Şehrin dış kısımlarının oldukça bakımsız ve sanki İkinci Dünya Savaşı'ndan kalmış gibi bir havası olduğunu düşünüyorum. Evler bitişik düzende ve küçük küçük pek çok penceresiyle de evden ziyade fabrikaymış izlenimi veriyor. Her yerde graffitiler var ve açıkçası pek de eğlenceli olanlarından değil bunlar. Afişlerin ise eski İstanbul pavyonlarınınki gibi sıra sıra yapıştırılmış olmasıyla da  iyice terkedilmiş ve distopik bir şehir görünümüne bürünüyor Belgrad gözümde.

  Şehirde hiç durmadan yola devam ediyoruz ve ayrıldığımızda ormandan iyice uzaklaşmış oluyoruz. Bu sefer alabildiğine uzanan mısır tarlalarının içinden devam ediyoruz yolculuğa. Mısırlar yerlerini zaman zaman günebakanlara ve sararmış ekin tarlalarına bırakıyor. Biraz daha ilerlediğimizde sol yanımızda beliren raylardan sıra sıra vagonlarıyla uzun bir yük treni geçiyor aheste aheste. Sanki bir romanın sayfalarını çeviriyormuşum gibi içine çekiyor beni yollar. 
Nihayet 14.37'de Macaristan Gümrük Kapısı'na ulaşıyoruz. Sorunsuz geçiyoruz ve devam eden yolculuğumuzda bu kez eşlikçilerimiz yolun her iki tarafında uzanan hardal, buğday ve mısır tarlaları. Ayrıca zaman zaman pat diye ortaya çıkıp muhteşem renk ve görüntüleriyle otobüste bir dalgalanmaya sebep olan lavanta tarlalarını da unutmamak gerek. Üstelik bu sefer yalnızca tarlalar değil meralarda otlayan inekler, koyunlar ve tek başına yeşillikler içinde yayılıp etrafı iyice tabloya çeviren atlar da var etrafta.

  Saat 15.00'de Budapeşte'ye varıyoruz. Gittiğimiz istikamette Buda, Tuna Nehri'nin sol tarafında Peşte ise sağında kalıyor. Halk Oyunları Eğitmeni ve aynı zamanda rehberimiz olan Hasan Hoca Türkler'in Buda'da pek sevilmediğini ama Peşte'de durumun tam tersi olduğunu söylüyor. Burayla beraber neredeyse gezeceğimiz her şehir ızgara plana sahip ve şehir merkezlerinde yeni bina ya çok az ya da hiç yok. Bu sayede şehrin hakim iki mimari şekli olan Barok ve Gotik tarzdaki şahane yapılar sanki zaman makinesine girip geçmişe gelmişiz gibi hissettiriyor. Hasan Hoca'nın verdiği bilgilerle ve örneklerin bizzat gösterilerek anlatılmış olmasının ayrıcalığıyla bu gezide iki sanat tarzı arasındaki farkları çok daha iyi anladım. 

  Otobüsle Balıkçı Tabyası'na  doğru ilerlerken Tuna Nehri üzerindeki pek çok köprünün birinden geçiyoruz. Bu arada suyun içinde giden bir otobüs dikkatimizi çekiyor çünkü bizim memlekette otobüsler suda gitmiyor malum. Bu otobüsün hem karada hem suda giden ve burada gayet doğal karşılanan bir araç olduğunu öğreniyoruz. E bize de "Adamlar yapmış!" demek düşüyor pek tabii.

  Balıkçılar Tabyası'nda muazzam bir şehir manzarası var. Ayrıca içerisinde aslında pek çoğu yeni yapılmış ama birisi size söylemedikçe tarihi olduğunu zannedeceğiniz (bize tabii ki Hasan Hoca söyledi) heykeller var. Ve tabi ki gerçekten eski olan: Çift Başlı Kartal. Bunun da anlamının her iki baştan birinin Avusturya'yı diğerinin Macaristan'ı gözlemek olduğunu öğreniyorum. (Avusturya-Macaristan İmparatorluğu)



  Budapeşte'de gezilmesi planlanan diğer yerleri ertesi güne bırakarak otele gidiyoruz. Neredeyse otuz saattir yapmakta olduğumuz otobüs yolculuğunun getirdiği yorgunlukla hemen uykuya dalıyoruz.

3.GÜN


  Sabah erkenden kalkıp otelde kahvaltı yapıyoruz ve yola çıkıyoruz. İlk durağımız Parlamento Binası. Orayı gezdikten sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelen soykırımın simgelerinden biri olan "Tuna Ayakkabıları" ya da "Yahudi Anıtı" olarak anılan nehir kıyısındaki yere geliyoruz. Ayrıntılı bilgi için tıklayabilirsiniz.

  (Aslında gezdiğimiz bir kaç yer daha var ve bunlardan birisi içinde kiliseler ve Türk Hamamı'nın yer aldığı çok güzel bir park. Diğeri ise Budin Kalesi ama maalesef bunlara dair detaylı bilgi hatırlamıyorum. Düşündüğüm zaman geçtiğimiz tüm o yerler bir bir gözümün önüne gelse de zaten çok hızlı gezdiğimiz için anlatacak pek bir şey bulamıyorum oralara dair.)Artık Budapeşte'den ayrılma vakti.

   Bratislava'ya 25-30 km. kala önümüze ucu bucağı görünmeyecek kadar fazla olan yel değirmenleri çıkıyor. Keyifle seyrediyorum. 15.33'te Slovakya'ya giriş yapıyoruz. Uzunca bir tünelden geçiyoruz ve Bratislava'da durmadan yola devam ediyoruz. Sağlı sollu pamuk tarlaları işlemeli bembeyaz bir örtü gibi toprağı süslüyor.

  Slovakya'dan Prag'a doğru giderken özellikle de Çekya sınırını geçtikten sonra, çam ve doğu ladinlerinden oluşan muhteşem bir orman sanki sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünerek bizi resmen büyülüyor.

  Prag'ın girişinde politikacı olduğunu tahmin ettiğim bir adamın resmiyle yanında "Ne Islamie - Ne Terrorism" yazılı tabela dikkatimi çekiyor. Tabelanın hissettirdiği tavırdan çok hoş bir anlamı olmadığı kanaatine varıyorum ve biraz moralim bozulmuş olarak giriyorum şehre. Nitekim daha sonra çevirisine baktığımda, anlamının : "İslam değil Terörizm" olduğunu görüyorum. Yine de şunu belirtmek isterim ki gezi boyunca beni en çok etkileyen şehir oldu Prag.



















Yorumlar

  1. Doğrusunu söylemek gerekirse imrendim. Güzel bir fırsat. Umarım devamı gelir.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÖLMEDEN ÖNCE YAPILACAK 100 ŞEY

  Bu aralar yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri de blog okumak. İnstagram hesabından (@kederlikavun) takip ettiğim sevgili  Șeyma Mektepli  'nin de bloğu olduğunu farkedince hemen okumaya başladım ve başlıkta gördüğünüz yapılacaklar listesine dair bir yazısına denk geldim. Hoşuma gitti ve eğlenceli bir şeyler yapmak için tam sırası diye düşünüp ben de kendi listemi hazırladım. (Bazıları çocukluğumdan beri hayalim olan ve hali hazırda yeni gerçeklestirdiklerim ve üstleri çizili.) Yaptığım maddelerin üstünü çizmeye devam edeceğim elbette. Bir de henüz yüz maddeye ulaşamadım ama yeni keşiflerde bulunup okumaya devam ettikçe öğreneceklerim, eminim yeni istekler oluşturacaktır bende. Sizin tavsiyeleriniz veya listeleriniz varsa ve benimle paylaşırsanız mutlu olurum. Keyifli okumalar. ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~ İkinci üniversiteye başla ve bitir.(Edebiyat Bölümü) Nemrut Dağı'na çık. Kapadokya'yı gör. İngilizce öğren. (Okuma ve konuşma) IMDB Top250

K-DRAMA'YA MERHABA

  Evet, sonunda oldu. Yıllardır uzak durduğum aramıza mesafe koyduğum K-Drama'nın bağımlısı olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum.   Şimdiden bir sürü klişeye aşina oldum bile. Sakar kızlar, birbirine yemekle vurmalar, saç bağlayıp toka takmalar ve muhakkak birilerinin ayakkabısını bağlamak ya da giydirmek. Ah ama en güzeli aşık olunup rüyalara misafir edilesi oppalar.🫠  İlk başladığım Kore dizisi Dr.Slump ama o güncel bir dizi olduğu ve bölümleri haftada bir yüklendiği için ilk bitirdiğim dizi W Two Worlds oldu.  Benim için K-Drama'ya daha iyi bir giriş olamazdı diye düşünüyorum. Çizgi romanları çok seven biri olarak bu dizide webtoon dünyasının ve gerçek dünyanın birbirinin içine girmiş olması bir şeylerin silinip baştan yazılması yaratılan karakterlerin kaderlerini cüz'i iradeleriyle değiştirmeleri muhteşemdi. Dizinin içinde sık sık webtoon çizimlerini görmek de beni çok mutlu etti.  Bu arada iddia ediyorum daha önce kimsenin farkına varmadığı bir şeyi keşfettim. Tür

TRUE BEAUTY ve AKRAN ZORBALIĞI

  Türkiye'de akran zorbalığı ile alakalı ilk tez 2001 yılında yazılmış ve o yıllarda çok dikkat çekmemiş. Oysa günümüze doğru geldikçe bu konuda yazılan tezlerin inanılmaz bir hızla arttığını görüyoruz.  YÖK-Tez'deki verilere göre konuyla alakalı olarak 2021 yılında 28, 2022'de 36 ve 2023 yılında 37 adet tez yazılmış. Google Akademik'te ise 2020 yılından bu yana akran zorbalığı içerikli 3530 adet makaleye ulaşabiliyoruz. Bu da demektir ki dünyada olduğu gibi ülkemizde de akran zorbalığı her geçen gün artarak devam ediyor. 2023 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi'nde yer alan Tüm Boyutlarıyla Akran Zorbalığı adlı makalede Mahi Aslan ve Mehmet Oğuz Polat konuyla alakalı olarak "Akran zorbalığı toplumumuzda yaygınlaşarak kritik bir halk sağlığı sorununa dönüşmektedir... Akran zorbalığını tanımlamak için önemli kriterler vardır; zorbalığın sistematik olarak devam etmesi, güç dengesizliğine sahip olması, kasıtlı olması gibi. Zorbalığı deneyimlemek